-
iyi akşamlar,
beni çağırmışsınız.
-
Evet,
elimizdeki işin yarına yetişmesi gerek, akşam burdayız.
-
Ama ben… yani
bu akşam…
-
Zamanınızı
buna göre düzenleyebileceğinizden eminim Elif Hanım. Sizin gibi kafası çalışan
ve anlayışlı bir hanımefendinin(!) bunu halledebileceğini biliyorum. İyi
akşamlar.
‘ Halledebileceğinizi biliyorum.’ peki nerden,
nerden biliyorsun halledebileceğimi? Sabahın dokuzundan beri burada çalışmama
rağmen yorulsam da bunu önemsemeden, birileri beni beklese de atlatarak burada
kalacağımdan nasıl bu kadar eminsin?
Bu izlenimi kendim vermiş değilim ya. Nasılsa burada
çalıştığımız sürece hepimiz seniniz. Kafamızla, beynimizle, gücümüz ve
emeğimizle.. yoksa ben nasıl olur da senin istediğin her şeyi yapacağımı
söylemiş olabilirim?
Boğulmak üzereyim düşünürken. Gerçekten öyle bir
nokta ki burası kendimi bulmaktan çok kaybetmeye yakın. Belki her şey
yolundayken O’nun emirleri çekilir de, ya hayatımın kalanı sıkıntılıyken?
‘Her şey yolunda’ … hayal, bir şeyler yolunda
demek isteyip de yetersiz bulan ama itiraf etmeye çekinen bir cümle sadece..
Ben aslında kendi için çizdiği profilin içine bir
türlü yerleşemeyen insanlardanım. Var olan ben değil de olmak istediğim biri,
bir şey o profil. Belki de bu yüzden sürekli bir şeylerden şikayet ediyorum..
Kendime giydiremediğim kılıf bir süre
hayıflandıktan sonra bütün geceyi işte geçirmeme sebep olacak ve yarın kendime
olan saygımdan bir tutam daha savurmuş olarak başlayacağım güne.
Eve gidip üstümü değiştirdikten sonra gerçek
hayata dönüş yapıyorum. gürültülü makinalar, yorgun insanlar, önemsenmeyen - ve
neredeyse varlıklarından şüphe ettiğim- özel hayatlar, kirli sözcükler… her şey
öyle havada öylesine sarf edilmiş ki varlığımı buraya uyduramıyorum.
Ne zaman teslim oldum, hatırlamıyorum. En son
öğrenciyken dirençliydim galiba ve kararlıydım hakkımı yedirmemeye. Hakkımızı.
Zaten bütün amacımız bu değil miydi: okulda ve sonrasında yaşamımızın bir azap
olmaktan çıkıp, istediğimiz gibi akması…
Elimi telefona atıyorum. Birinin ona
gelemeyeceğimi söylemesi lazım: ‘ merhaba.ben fazla mesaiye kalacağım, yarına
yetişmesi gereken bir iş var.’ söylediklerim özetle böyle. ‘ tamam ’, diyor.
Kırıldı. Gitmesine üç gün var, kırılmakta haklı. Peki ya ben? Onu uzunca bir
süre göremeyeceğimi bilerek, burada, böylece kalmak benim için de kırıcı değil
mi?
Son birkaç aydır hayatımın neredeyse çeyreği onun.
O kadar alıştım ki, gittiğinde bırakacağı boşluğu nasıl dolduracağım
sorusu şimdiden canımı sıkıyor. Bütün
bir okul hayatı onu nasıl fark etmemişim? Şimdi onsuz geçirdiğim vakitler acıtıyor
beni.
-
Elif Hanım,
dalmışsınız. E tabi yoruldunuz siz de benim gibi.
Bu muhabbeti uzatmaya dermanım yok. ‘ N’oldu Yusuf
usta, bi sorun mu var?’, diyorum hemen ama hafif bi gülümsemeyi esirgemeden.
Ellili yaşlarında, kır saçlı uzunca bir
adam Yusuf Usta. ‘Resmi okuyamadım da
nasıl işliycem bu parçayı bi yardımcı olsan, gerçi başın dumanlı ama??’ diye
devam ediyor, konuyu uzatmak sohbet etmek istiyor belli. Ne de olsa senelerdir
her gün aynı yerde aynı şeyi yapmaktan - oturup, ne olduğunu bile bilmediği bir
demir parçasına şekil vermek için makina başında beklemekten- sıkılmış olmalı.
Ama yanlış zamanlama. Ben buradan bu durumdan bir an önce kurtulmak, nefes
almak istiyorum. Alelacele anlatıyorum
yapılması gerekenleri, diğer işlere geri dönüyorum.
Küçük bir atölye burası: 20 makina 22 işçi. Biri
usta başı, düzenden de sorumlu. Biri de ben. Peki ben n’apıyorum burada?? Soru
beni yoruyor…
Yine Samet’i düşünüyorum. Posof, Ardahan’ın bir
ucu. Acaba iş için oraya göndermeseler de adını duymuş olur muydu? Sanmam. Zaten
bundan üç sene önce şantiyede çalışırsın desem, hemen karşı çıkar hayallerinden
bahsetmeye koyulurdu. İşi küçük bile olsa merkeze yakın, en azından ulaşımı
kolay bir yerde olmalıydı. Haftasonları sinemaya gidebilmeliydi, beni
görebilmeliydi sıkça-bastırarak sıkça derdi-, ne de olsa en iyi arkadaştım- ya
da adını ikimizin de koyamadığı başka bir şey-.
Bunları gözden geçirince iki gün sonra kaçıp
geleceğini düşünüyorum, belki bir dilek bu. Oysa gidince haber bile vermeyecek.
Birkaç gün sonra mail atıp aslında iyi olduğuna ve sıkça haber veremeyeceğine
dair bahaneler uyduracak. Telefonun oralarda çekmediğini de hatırlatacak tabi, ki bundan hiç şüphe etmeyeceğim..
Saate bakıyorum:00.00. dilek tutmak yerine-küçükken
akreple yelkovan üst üste gelince dilek tutardık- geleceğimle ilgili plan
yapmanın daha iyi olacağına karar veriyorum ve teşekkür ediyorum nedenini ve
kime ettiğimi bir türlü anlayamadan.
Uzunca bir siren sesi duyuluyor, sanki planlamaya
başlamam için bir işaret. Aslında sadece sıradan bir uyarı işin bittiğine dair,
artık gidebiliriz.
-
Yarın
görüşmek üzere Elif Hanım, iyi akşamlar..
Kaçmalara iliştirilmiş ‘hoşçakal’ larla beraber
servise doluşuyoruz. Karar verdim planları yapmak için şimdiyi kullanacağım.
Merkeze iniyorum. Bu saatte her yer ne kadar boş. İlk kez korunmaya ihtiyaç
duymadan yürüyorum yönümü bulmama yardım eden bulanık ışıkların sahibi sokak
lambalarına sığınarak.
Tam duraktan geçerken bir görüntü canlanıyor, bir
adam sigarasını yakıyor, arkası dönük biraz da yorgun ve düşünceli -yürüyüşünden
anlıyorum- ben sanki otobüsün içinden ona bakıyorum. Gidiyor, ben kalıyorum.
Evet ben hep kalan oldum. Hep başkalarının verdiği
kararlarla şekillendi yolum, gelecek planları armağan(!)dı. Ve ben ne zaman
biriyle sevişmeyi düşlesem, onu başka insanlara, başka şehirlere, başka şeylere
kaptırdım. Ne zaman sevgi dolu birine ait olduğumu düşünsem tek başıma buldum
kendimi…
Geceler sandığımız kadar uzun değil aslında.
Sabahın ilk ışıklarını yakaladığıma göre öyle olmamalı. Kaç insan Kurtuluş Parkı’nda
başlamıştır güne, ben ve bir kaç şarapçı hariç.. sabahın ilk ışıkları, Kurtuluş
Parkı… bunları elde tutmak için şarapçı olmam gerekmemeli-işte geleceğim için
verdiğim ilk karar-. Üç saat sonra işe başlamam gerekecek, gitmeyeceğim. Belki
bir kaç gün, belki bir alternatif bulurum şarabın dışında. Şarap sevmediğimden
değil de belki bunu fazlaca yalnız bulduğumdan. Şimdi böyle olduğuma bakmayın
yalnızlık bana göre değil. Kalabalığın içinde kaynayıp gitmeliyim ben. İçimde
çevredekileri tanıyor olmanın huzuru, dikkat çekmeyecek olmanın rahatlığı
olmalı. Hani eskiden bir evde uyanırdım da – kimin olduğunu bilmediğim-
sevdiğim herkesi bir köşede uyur görünce nerde olduğumun bir önemi kalmazdı ya,
aynen öyle.
Geçmişi hatırlayınca hep yapmak isteyip bir türlü
beceremediğim işler yığılıyor gözümün önüne. Sürekli okuyabileceğim bir işim
olsun isterdim, durduğum yerden ne kadar uzak. Fotoğraf çekerdim, kuşun, börtü
böceğin fotoğrafını.
Aslında hiç belirgin bir rotam olmamış sanki, tam
olarak istediğim bir şey, ayrıntılarıyla uğraştığım bir iş.. Belki de bu yüzden
hiçbir zaman kendimi faydalı hissedemedim. Hani üstümüzde en azından bir işi
tam olarak yapabiliyor olmanın hafifliğini hissetmek isteriz ya, ‘ ben de bunu
yapabiliyorum’ demek… Hayatımda eksik olanın bu olduğunu fark ediyorum içim
burkularak.
Telefonum çalıyor. Önce saate bakıyorum sekiz. Sonra
telefonu açıyorum, Samet. Kırgın sesi bile içimi ısıtıyor. Görüşmeye karar
veriyoruz. Bir anda kafamdan yeni bir hayata başlayacaksam ondan da arınmam
gerektiği geçiyor. Ne sebebini biliyorum bu düşüncenin, ne de ilerde bir cevabı
olup olmayacağını.
Üstümü değişmek için eve doğru yürürken zorlama
planlardan vazgeçiyorum. Bir şeyle gerçekten uğraşacaksam onu çok zorlamadan,
tesadüfen bulacağımı söylerdim, kendime hüzünle hak veriyorum.
İşte gitmesine anlar kaldı. Aslında hayatımız
nasıl da kolay şekilleniyor. Bazen zorlasak da bişeyleri, olayların birbirine
ve birilerine bağlı geliştiğini keşfetmek oluyor bize kalan.
Onu yolculamayacağım, biliyorum veda sahneleri
yorucudur hep. Herkes için. Geri dönüş olduğundan emin olmamanın verdiği
gerginliğin yanında dönüşten sonra gelenlerin ve kalanların aynı olmayacağı,
aynı şeyleri paylaşmayacağı fikri, alıştığımız pek çok şeyi yitirme ihtimali,
belirsizlik yorar en çok.
Veda anında üstündeki baskıyı artırmamak için onu
son kez bugün göreceğim. Yanık Kahve’de
oturacağız yine, son kadehlerimiz yolculuğun şerefine olacak. En güzel
giysilerimi seçiyorum-sona değer, makyaj yapıyorum son kez yapar gibi, özenle.
Sıradan görünmeyi severim aslında, fark edilmeyecek kadar normal olmayı ama
tanıyınca ayrılınamayan olmayı hayal ederim. O yüzden fazlaca geliyor makyajım,
değiştirmiyorum.
İşte burada oturuyorum gelmesine yarım saat kala,
her zamanki gibi erkenden hazırım geç kalacağını bilebile. Bir kadeh şarap
söylüyorum, aklıma babam geliyor. Olsa, kızardı- Aslında yaşasa her şeye
kızardı. Dışarı çıkmama, içmeme , sevgilime… En çok da akşamları geç kalmama…-
da yine de ona çokça ihtiyaç duyduğumu fark ediyorum.(En çok da gittiği gün
-öldüğü demeliyim artık bunu kabullenerek- ihtiyaç duymuştum ona. İnsan böyle
büyük bir acıyı sadece babasıyla paylaşabilir.)
Fonda en sevdiğim şarkı başlayınca babamı bir
köşeye koyuveriyorum. Lois Armstrong ‘gimme a kiss to built a dream on’ diyor.
Ben de ona, Samet’e böyle desem aramızdaki ‘ŞEY’e isim koymuş olur muyuz. Ya da
bunu ister mi?(Garson gelip başka bir şey ister misiniz diye sorduğunda fark
ediyorum bir saat kadar geç kaldığını.) Gerçekten ister miydi? Mesela hayatıma
girdiği ilk gün düşünmüş müydü nasıl gelişeceğini? Sorduğu ilk soru-beraber
konsere gidebilir miydik?- derince düşünülmüş müydü? Zaten vardı etrafımda da,
bu teklifi böyle iyi bir zamanda yapabilmesi tesadüf müydü? Tam da ben ne ilk
ne de son olan terkedilişimin nedenlerini sorgulayıp, kendimi toparlamak için
bahaneler uydururken.
Hani bir yazar der ya ‘ne zaman sevilmediğimizi
anlasak bizi seven birilerine sığınırız’ diye. Sevilmiyor olmanın burukluğuyla,
o karmaşada sığınacak bir yer bulmanın heyecanı bir arada. Saate bakınca iyiden
iyiye üzülüyorum, iki saat geçtiği halde gelmediği için değil de sığınağımı
kaybettiğimi fark ettiğim için.
Evet aramızdaki ilişkinin onun bana sığınak olması,
benim ona itaat etmemden ibaret olduğunu düşünüyorum ilk kez ve çok net, değişmemecesine.
Çaresiz hissettiriyor. Verdiğimiz kadar alamadığımızda hissetiğimizdeki acı
kadar çözümsüz. İçimdeki çaresizlik yoğunluğunu dışarı akıtmak benim de ruhumu
yeniler mi, anlayışsızlığımı saklayan kabuğun kırılışını kaldırabilir miyim?
Deneyeceğim. İki kadeh şarap ısmarlayacağım şimdi,
ve o olmasa da kadeh kaldıracağım yolculuğun şerefine ama o’na değil bana ait
olan..
Ankara
10.05.2005