12 Aralık 2019 Perşembe

pencere

pencereyi kapama
gök dolabilir içeri
sen neyi görebilirsin,
ıslak bir bulutun ağışını mı?

pencereyi kapama
kuş dolabilir içeri
sen neyi taşıyabilirsin,
kırık bir dalın yükünü mü?

pencereyi aç
soluğun çıksın dışarı
sen büyütmedin mi ciğerinde onu,
kokusu hayatı yıkasın diye

pencereyi aç
sesin sarsın dünyayı
duyulur elbet ta ötelerden
yürek kendini tanır.

19 Eylül 2019 Perşembe

ankara

ve ankara ili yazılı bir haritanın önünde duruyorum
bir dört yol ağzında kış günü ve ayakta.

bir frik kabartması gibi gök.

ve bir ilk çağ denizi gibi suskun. ve düz.
düz yüzün gibi senin. ya da uyanmak gibi bir cuma günü.

eski bir ankara evinde, hayatlı cumbalı ve  ve yeşil
ve kesinkes hacıbayram'da ve gaziantep sokağı'nda

ve gidilen bir yol gibi sonra.

gidilen bir yol mudur ankara?
ki kıraç ki düz ve asur yazısı gibi okunmayan

ve taşlık.

ilhan berk



5 Eylül 2019 Perşembe

servi / gül

acı yeşil bir orman servinin içi
ne çıkar kopkoyu kırmızıysan gül

ne gül uzak serviye
ne servi sanıldığı kadar uzun
gül yanıyor,
yaza dokunacaklar birlikte
ağzının kenarından okunan
ipeksi bir hatıra olacak gülün de.

servi gecenin ortağı, acı kül
gül bir de güneşle yıkanmış, gündüz
demiyor, gece demiyor açıyor
sana bir hayal bıraktım, servi
senin ışığına aşığım, gül.

birhan keskin

müsveddeler / 3

bazı vakitler tren geçiyor evin yakınından
yaşlanıyorum pencereden her bakışımda
anna karanina'yı taklit ediyor zaman
atıyor kendini raylara.
neden her aşk
bir kadının cenazesini kaldırır mutlaka

sevdiğim adamlar çarpıyor camlarıma
bir kelebek gibi kocaman,kara
pervazlarımda kuruyorlar sonra
begonya tozlanıyor,
unutmanın gözyaşları sanki bu tozlar.
annemin temizlik günleri gibiyim
yorgun, solgun ve beyaz.
kardeşim ayağını sallıyor sevdiği şarkılarda
birini çok sevmek gibiyim
sütle siliyor tozlarımı kardeşim.
kestane pişiririz diyoruz sobada
hayallerimiz çatlıyor sonra, çatırdıyor, kızarıyoruz.

bu şiirden bir bölümü attım
kilometrelerce uzağa
tavşanlı pijamalarımla balkona çıkıp el salladım ardından
havaya uçuracaktı şiirimi az daha
attım.
lokum getirmişti ve kitap,
ben ruhunu getirsin istemiştim oysa.
onu da tam buradan attım
ben ne de olsa yakıp yıkanlar listesinde
ölü ya da diri arananlardanım.

bir doğuş şarkısı söyletiyorum bazen hayatıma
aramızda uçurumlar söz konusuyken
uçurumlarda tenzilat varken hazır
uçalım, hadi uçalım
ben nasıl olsa
bu müsveddelerin ortasında yalnızım

didem madak








9 Temmuz 2019 Salı

mes'ut bir tesadüfe birinci mektup

bu şehre ilk gelişimde bu bankta oturmuştum
o zamanlar yılın dört mevsimi olurdu.ve yazdı.
bütün kıyılardan çekilen.güzdü.

annem bana yalnızca ayrılığı öğretmişti,
babamsa stran söylemeyi.ikisini toplayıp içine
gül yaprağı düşen şiirler yazmaya başladım
ben de. zordu.

ardından boğaz kuruluğu bıraktı geçip giden
her esinti.susadım.cebimdeki küçük şehir planıyla
kayıp bedeviler gibi dolandım durdum: "şurası kızılay
bu taraf kurtuluş olduğuna göre dil tarih
ilerisi o zaman!" yakındım.

bu şehre ilk gelişimde bu bankta oturmuştum
heja da yaşıyordu o zamanlar. nasıl tanımazsın;
yüzünde bir lorca şiiriyle dolaşan
bir sardunyaydı o. kardeşti!

üstümde çizgili bir gömlek, bol bir pantolon.
eğretiydim. saçlar ince bir tarakla sağa taralı,
üç günlük sakal ve özgür gündem ve ivo
andriç. gerçektim.

seyhan otelinin ter kokan odalarından birinde
perdeleri şehir göğsüne açarken cibran
okuma demi olduğunu anlamıştım. artık
küçük adımlarla yaklaşacaktım
sana. uzaktın.

sen, gözlerinde, yalnız ikimizin bileceği o
can yücel şiiriyle gülmeyi öğreniyordun. ulusta
birini bırakıyorlardı, balgatta pazar kurulmuştu
etlikte bir telefon acı acı çalıyordu. hurda
vagonlarda tuhaf bir kaygı, yüksek hastanelerin
perdesiz pencerelerinde mayalanmış bir sitem,
üçüncü sınıf filmlerde 50000 lira yevmiye ile
figüranlık.iade ediyordu.yeterdi.

bu şehre ilk gelişimde bu bankta oturmuştum
atalarımın feodal ovalarından çokça erdem,
biraz da keder getirmiştim. mahçup bir
devrimin iziydim ozaman, elazığdaki özel tim
noktasında kocaman ellerle dövülmüştüm.

kaçak kaldığım yurtların isiydim o zaman, gri
şehrin sokaklarına karışan esmer bir
çakmaktaşı. dalgın, netameli, kırgındım;
bilmiyordum ki neydim?

sen uzak bir semtte hüzünlü bir alevi diye
büyütülüyordun, dersim gibi bakmak için akşam
üstlerine. ellerinde tekinsiz duruşu bir vadinin,
batıni sözlüklerin huyu, tuzu yaban mersinlerinin.
göğsümde hazırlanan lepiska saçlarınla bir bardak
su gibi güzeldin.

bu şehre ilk gelişimde bu bankta oturmuştum
at kestanelerinin gölgesinde. oradan bir adam
çıkıp kıvırcık sakallarıyla uzun uzun
öksürmüştü. eteklerini savuran iki kadın, durup
yere bakmışlardı. bir arabanın camından
sarkan biri, saate bakar gibi bakmıştı bana.
yakında olması gereken bir stattan dalgalı bir,
uğultu akıyordu. bergerin 'köylüler her şeyi görür'
cümlesini hatırlamıştım.

şu kaldırımda bir yoldaşım düşecekti. bu
caddede öfkeli sloganlarla yürüyecektik.
mehmet sincarın katlini tam şu köşede öğrenecektim
gelecek kötü bir haber kadar çabuk gelecekti.

bu şehre her gelişimde bu bakta oturacağım
bu bankta her zaman etrafına merakla bakan
kavruk bir çocuk olacak. bir tarihim var
bu bankta. demek nereye gitsem buraya geri döneceğim.
pantolonumun arka cebinde bir özgür gündem
olacak hep ve etrafa bir tuz madeninden çıkmış
gibi bakacağım

bu şehre ilk gelişimde bu bankta oturmuştum,
şimdi oturduğum gibi. o zamanlar sen yoktun,
şimdi olmadığın gibi.

selim temo 08.01.2014


3 Temmuz 2019 Çarşamba

ben ölürsem

ben ölürsem karakutumu bulamayacaklar
ne bir aşk zerafeti
ne bir hayal tabiri.. küçücük ömrüm
hep rüzgar gülleri kokacak!

bir sinek cenazesinden dönmüşüm de sanki
ağzım burnum kanyak
denizden yeni çıkarmışlar yağmurun ölüsünü
mevsimlerden napalm, günlerden ilkbahar

hummalı sabrımın glayöllü dağ köyleri
sana hasret şakımak mı yakışacak
çok arayacak çocukluğum esas sırrını
benim yüzüm bir kedi amipidir,
ben ölürsem o kendiliğinden çoğalacak!

ben ölürsem karakutumu bulamayacaklar
ne bir buz yorgunluğu
ne bir sinema perdesi yırtık.. küçük kabrim

bir çocuk kalbi gibi haylaz olacak!

küçük iskender

2 Temmuz 2019 Salı

delilirikler1

betonun hüznünden doğdum
suyun isyanından
güneşin kırılganlığına dokunup
geliyorum.

sana söz yakışır, ağzını hazırla.

kırık bir şehir hikayesinden doğdum,
kırk meseleden
bardaklar ve demli çaylara dokunup
geliyorum.

sana söz yakışır, elma de.

aslı ve astarı olmayan bir hikayeden doğdum,
karşı'lar ve balkonlardan
korna seslerine karışıp
geliyorum.

sana söz yakışır ağzını hazırla

o eski hikaye bitti.
şaşkınlığımdan doğdum
denize düştüm
kuruyup geliyorum.

birhan keskin



beyaz bir gemidir ölüm

sen bu şiiri okurken
belki ben başka bir şehirde olurum

kötü geçen bir güzü
ve umutsuz bir aşkı anlatan

rüzgara savrulan
kağıt parçalarına
yazılmış

dağıtılmamış
bildiriler gibi

uzun bir yolculuğa hazırlanan
yalnız bir yolculuğa.

çünkü beyaz bir gemidir ölüm

siyah denizlerin
hep çağırdığı

batık bir gemi

sönmüş yıldızlar gibidir

yitik adreslere benzer ölüm

yanık otlar gibi

sen bu şiiri okurken
ben belki başka bir şehirde
ölürüm.

behçet aysan



sevmiyorum seni

şimdi benim buzdan bir döşekte
üç büklüm olmuş zavallı sevdam,
üşüyorsa ölesiye yalnızlıktan;
bil ki senin hep böyle güvensiz,
yaşamdan korkar oluşundan.

işte bunun için sevmiyorum seni

şimdi benim bir han avlusunda
hiç bitmeyecek umutsuz kavgam,
soluyorsa başı önde yorgunluktan;
bil ki senin hep böyle umarsız
yarını göze alamayışından.

işte bunun için sevmiycem seni.

metin altıok






unutulmayan

durmadan yanımda taşırdım üç şeyi
iri çakıl tanelerini, çatlamış narı
bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi
ipekten
çalınmış
umutlarla taşırdım
ah sevgilim derdim, ölüm
ne kadar çoktu yaşadığımızda
bize hep beyaz mendil
sallayan
ölüm ki
iki kapısında
haki bir yalnızlık
dikilirdi
ve hatırlatırdı
bize, güz kuşlarının
uçup gittiği denizleri
bense, yulaf kokan
dağlı ellerinde
dolaşmak gibi kolaydır
sanırdım yaşamak ve sana kansız
bir gökyüzü
getirirdim
getirebilsem ah,
- avlusunda çocukların
korkmadan oynadığı-
lalelerle
donanmış simli bir gökyüzü.
bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi
çatlamış bir narı, unutmadım.

behçet aysan