7 Haziran 2014 Cumartesi

Le Couperet (Ölümcül Çözüm) - Çöküntüye Sürükleniş - Seçimlerimizi Her Zaman Kendimiz mi Yaparız?



15 yıl çalıştığı iş yerinde yönetici konumunda olan biri üzerine kurulmuş film. Filmde Bruno'nun çalıştığı iş yerinde ne kadar başarılı olduğunu, sürekli patronlarından övgü aldığını görüyoruz. Şirket küçülme kararı verince patronu zaten kolaylıkla iş bulabilecek nitelikte biri olduğunu bile söylüyor. Tam olarak neyin içinde olduğunu anlamadığı ve işi konusunda kendinden emin olduğu için, yüklü tazminatını alınca kapının önüne konduğunu düşünmek yerine biraz keyiflendiğinden bile bahsediyor Bruno hikayesini anlatırken.

İki buçuk yıl işsiz kalmak, bu sürede kendinden emin ve işinde başarılı olduğun halde neyi yanlış yapıyorum diye kendini sorgulamak, iş görüşmelerinde nitelikli niteliksiz pek çok insan tarafından aşağılanmak, işi hak ettiğini düşündüğün halde neden başkasının alındığını sorgulamak, görüşmeye çağrılabilmek için niteliklerinden çok gülümseyen bir fotoğrafını göndermek zorunluluğu, iş görüşmesinde kendini pazarlayabilmek için olumlu, mutlu, geçimli davranmak zorunluluğu, çok uzun zamandır işsiz olmamak, iş için fazla genç ya da fazla yaşlı yada fazla tecrübeli ya da fazla tecrübesiz olmamak gerekliliği.. Esnemek eğilmek bükülmek, kendinden eser kalmaması, ne iş olsa yapmak zorunda kalan diğerleri.. Buna daha fazla dayanamayıp kendini öldürenler.. İşsizliğin gerginliğinde aile düzeni bozulanlar.. Sıkıntının çözümünü psikologlarda arayanlar..

İş hayatımızın öyle büyük bir parçası ki artık, işsiz olmak bütün davranışlarımıza yansıyor. Parasız olmak kadar sosyal statü kaybı, kendimizi  değersiz hissettirmesi en büyük götürüsü belki. Bruno'nun bu durumu çözmek için en son çare olarak kendine rakip olabilecek insanları iş ilanı vererek bulması, kendi yerine seçilebilecek olanları öldürerek kendine alan açması (Burada Bruno'nun aslıda düzgün, eğitimli, evli, iki çocuğu olan düzenli hayatı olan bir adam olduğunu hatırlatmakta fayda var) abartılı görünse de, birbirimize rakip kılınışımızı, bu rekabetin bizi aynı kaygıları paylaştığımız insanlarla düşman haline getirdiğini gözler önüne seriyor. İçinde bulunduğumuz sistem, bizi gerçekten birbirimizi yok edecek kadar ahlak kaybına uğratıyor. Bunun yanında rakiplerinin de aslında nitelikli olmasına rağmen 'ne iş olsa yaparım' kıvamına gelmesi, geçici vasıfsız işlerde çalışarak öz saygılarını kaybetmeleri ve diğer(!)lerine diş bilemiyorlarsa eğer, kendilerini öldürecek kadar çaresiz düştüklerini görüyoruz. 


İhtiyacı olmayacak kadar nitelikli insanlar yetiştirerek onlardan bir ordu yapıp, onları sürekli hazır halde tutacak kadar acımasız yaşam koşulları içinde olduğumuz. Bruno'nun gittiği iş görüşmesinde, bekleme alanındaki insan güruhunun birbirleriyle iletişimini, rahat ve mutlu davranıp davranmadıklarını izleyen kameralar bir kez daha karşımıza çıkıyor. Ve iş görüşmesine giren kadının saygısız ve üstten tavırları, bana kendi iş görüşmelerimdeki ezilme hissimi hatırlatıyor. Bir işe ihtiyacınız vardır ve o görüşmeden önce yüzlerce tavsiyeyle karşılaşırsınız. Nasıl durmanız, ne demeniz, nasıl giyinmeniz, ne yapmamanız gerektiği birçok farklı kombinasyonla anlatılır size. Niteliğinize göre davranmak yerine iş için olan niteliğe bürünmeye çalışırsınız. Görüşmelerin yıpratıcılığı en az reddedilince karşılaşacağınız yıpranma hissi kadar çarpıcıdır.


Bu film aslında ne kadar geniş bir çemberin üyesi olduğumu hatırlattı bana. Sürekli benzer kaygıların devinimi içinde, benzer ama şekil değiştiren kaygılarla geçen ömürler.. Bu filmi değerlendirirken giriş fotoğrafını bu olarak seçmemin tek sebebi bu. Ben de kendimi bazen böyle düşünür buluyorum. Başkalarının da aynı kaygıları taşıdığını keşfediyorum üstelik. Ama gördüğüm bir şey daha var, modern zamanlarda kendimiz gibi olanlarla, kendi kendimizle karşı karşıya getiriliyoruz biz. Aynı yakaya geçip, aynı safta durmak yerine birbirimizle yarış içine giriyoruz. Bu kargaşada başka bir dünyanın mümkün olduğunu unutuyoruz, çoğumuz bunu düşünmek için kendini yormuyor bile. Korkumuz, endişelerimiz büyüyüp bencilliğe dönüşüyor, kimliklerimizden vazgeçip bu pisliğin içinde debelenmeyi tercih ediyoruz. Sıkıntılarımız psikoloğa giderek ya da 'nasıl daha mutlu olunur?' kitapları okuyarak geçmeyecek.

Bruno'nun arabası tamir edilirken, işten çıkarılmak istemediği için hata yapmaktan korkan nitelikli tamirciye, önlem olarak patronun çaresine bakması tavsiyesi; rakiplerinden garson olarak çalışanına, neden diğerlerini öldürmek yerine işleri bu hale getirenlerin çaresine bakmıyoruz önerisi şaka olarak algılanıp gülünüp geçilse de kökten çözüm için başka şeyleri değiştirmek gerektiğine dair alttan alta mesajlar veriyor.

Beyaz yakalıların içinde bulunduğu ve kendi henüz yaşamamışsa ön göremediği pek çok durumu çok güzel anlatan bu filmin dikkatle izlenmesini tavsiye ediyorum. Günümüz beyaz yakalılarındansanız eğer Costa Gavras'ın bu filminin pek çok sahnesinde kendinizden bulacaklarınız var.


24 Nisan 2014 Perşembe

Cennet Batıda (Eden a l'ouest) - 'Diğer' Olmak

Göç üzerine kurulmuş film. Göç değil de, Elias'ın göçü ve göçmenlerin yaşantısı daha çok... İş bulma zorunluluğundan ya da başka hayat var mıdır diye meraktan batıya doğru giden. Hepimizin bildiği, şanslı olanların sadece uzaktan bildiği göç hikayeleri.


Filmin ilk sahnesinde parası olmayanlara başka bir hayat var mı diye bakmak için bile bir şans verilmediğini görürüz. Sonra bir gemide göçmenlerin bilinmezliğe giderken, eski hayatlarından, kimliklerinden bile vazgeçmek zorunda kalışlarına şahit oluruz. Ama zaten onlar başka bir hayat umudunda olan yollarından döneceklerine, canlarından olmaya bile razı olduklarını anlatırlar bize, polise yakalanmak yerine gemiden atlayışlarıyla.

Elias, azimle bir yıl boyunca Fransızca öğrendikten sonra çıktığı yolculuğunda, bir gemiden denize atlayarak kaçarken yoldaşından ayrılmak zorunda kalıyor. İnanmak istediği için, beklediği gibi olması umuduyla karaya vurduğu yeri cennet sanacaktır belki. Çıplak kadınlar, eğlenen insanlar, ücretsiz yemekler... Bir de tedirginlik dikkatimizi çekiyor o tatil köyünde yaşayan insanların üzerindeki: hırsız, pis göçmenler oraya da ulaşırsa ne olur halleri? o sefil görüntüleriyle etraflarında gezerek huzurlarını kaçırmalarına izin mi versinler yani? başka bir hayat olduğunu hatırlamalarına sebep mi olsunlar?


Elias çok kısa zamanda görüyor cennetin sadece bir tatil köyünün adı olduğunu; kendini ele vermemek için birinin odasındaki klozete elini dibine kadar sokarak temizlemek zorunda kaldığında, sadece güzel göründüğü için pek çok kez tacize uğradığında, yoldaşı aynı tatil köyünde insanlar tarafından yakalanıp yaka-paça polise teslim edildiğinde, ama en çok, aynı gemideki diğer göçmenlerin o kadar şanslı olmayan ölü bedenleri kıyıya vurduğunda, tatil yeri sakinlerinin buna bir oyunmuş gibi yaklaştıklarını gördüğünde anlar.

Filmin en güzel yanı belki de bu kadar karamsarlığın içinde hep bir umut vermesi insana. Elias nihayetinde yolculuğuna devam etmek için oradan kaçmanın yolunu bulmadı mı, İnsanlığını kaybetmemiş birilerinin yardımıyla yollara düşmedi mi yeniden?

Aslında film buradan sonrasında başlıyor, bütün inadıyla, hırsızla, azmiyle yola çıkan Elias'ın karşısına çıkan insanlar aldatıcı olsa da, bencil acımasız olsa da yolundan dönmediğini görüyoruz. hatta o kadar azimli ki göçmenlerin çalıştığı bir demontaj atölyesinde herkesten daha hızlı ve daha başarılı çalışıyor, taa ki ne kadar çalışsa da oradakinden daha fazlasına sahip olamayacağı kendisine anlatılıncaya kadar. Ve kendilerine verilen berbat yemeklere itiraz eden işçilerle birlikte yemekhaneyi basıp birkaç kişi pataklarken göz dolduruyor.

Birkaç insaflı yerel insanın dışında (ama var yani böyle insanlar da, yok saymayalım) hep 'diğer' insanlardan yardım gördüğüne şahit oluyoruz, adres sorsa sokak satıcıları, temizlikçiler yardım ediyor, yağmur yağınca evsizler çadırında yer veriyor ona, polisten kaçarken çingeneler polisle kötü olma pahasına koruyorlar onu. halden anlamak diye ben buna derim. Dil, din, ırk ne olursa olsun, ötekileştirilmiş birini ötekilerden başka kim anlar? Sahiden nasıl oluyor da bu kadar çok insan bir arada 'diğer' olabiliyor?


Filmde kaçak birinin gerginliğini alıyoruz, sevişirken, yürürken, konuşurken, uyurken sürekli bir sakınma hali. Sokakta sürekli polisle karşı karşıya gelme ve kaçış sahneleri var. gerçekten ne kadar empati kurmaya çalışsam da bu kadar yakından ilk kez gördüm bir yabancının içinde olabileceği zor durumu. Polis korkusunu ilk kez anladım göçmenlerin.

Film pek çok acı ve büyük zorluklar üzerine kurulmuştu ancak Elias'ın ifadesinde hep o kararlılık vardı. Evet o kararlıydı, inandığı bir şey vardı. Kendi dediği gibi 'bir planı' vardı. Ne yazık, Paris'e ulaştığında, umuduna ulaştığında elindekinin sadece bir hayal ürünü olduğunu fark ettiğinde, çaresizliği ilk kez yüzünde gördüm ve şu an anlatırken hissettiğim acıyı hissettim kalbimde. Bir yanında eyfelin sadece bir masaldan ibaret olan yanıp sönen ışıkları, bir yanında yakalanma kaygısı içinde olduğu çevik kuvvetlerin gürültülü ayak sesiyle dizilişi. ve elinde sadece sihirli değneği ile Elias...


Sanki olanları ben yaşıyormuşum gibi hissettiren Riccardo Scamarcio'nun oyunculuğu su götürmezdi ve Costa Gavras'ın değişik anlatımıyla hep bildiğimizi sandığımız göç hikayelerini, burukluk ve umut ve daha nice duyguyla izledim. Henüz izlemeyenler varsa, ayırdığınız vakte değeceğinden emin olabilirsiniz.





26 Şubat 2014 Çarşamba

Ötekilerden Bazıları - Kadın Emekçiler

‘…Kol emeği ile yapılan işlerde becerinin ve gücün gerekliliği ne kadar azalırsa, başka bir deyişle modern sanayi ne kadar gelişirse, erkek emeğinin yerini o ölçüde kadın emeği alır. Yaş ve cinsiyet farklılıklarının işçi sınıfı için hiçbir ayırt edici toplumsal geçerliliği kalmamıştır artık. Artık yalnızca, yaş ve cinsiyetlerine göre farklı masraflara yol açan iş araçları vardır…’ K. Marks



Modern sanayinin gelişimiyle fabrikalardan okullara, hastanelere, bürolara kadınlar da çalışma hayatının her alanında. Her ne kadar erkek egemen sistemin mülkiyet düzeni kadını çalışma alanında özne olarak konumlandırmak yerine, sadece aile içi ev ekonomisinin parçası olarak görmeyi tercih etse de, ekonomik ilişkiler üretim biçiminin ve üretici güçlerin değişimini ve kadın emeğini önemli bir hale gelmesini doğuruyor.

Kadına öncelikli olarak biçilen ev emekçisi, anne rolleri sürdürülmeye çalışılsa da; kadının aile ve toplumdaki yerinin sonsuza dek değişmez olduğu, ahlaki olarak bunun gerekliliği anlatılmaya çalışılsa da, günümüz üretim sistemleri kadın emeğini sonuna kadar sömürmekten de geri kalmıyor. Bu süreç, kadınların eşitlik ve özgürlüklerini elde edebilmek için üretim sistemlerine dahil olmasını; aynı zamanda da emeğinin ikincil emek olarak görülüp, daha ucuz işgücü olarak sömürülmesine karşı durması gerekliliğini ortaya çıkarıyor.

Bugün toplumun temel yapısını oluşturan cinsiyete dayalı işbölümü, erkekler için düzenlenmiş iş alanları, erkek işi olarak tanımlanmış mesleklerin olması, işgücüne katılımının önündeki engellerle birlikte kayıt dışı ekonominin bir parçası olmaya zorlanması kadınları; kendilerini var edebilmek, çalışabilmek evin dışına çıkabilmek için daha çok mücadele etmek durumunda bırakıyor.

Teknik konularda çalışan kadınların, erkek alanlarına müdahale etmişçesine, gerek fiziksel gerek psikolojik sınırlandırmalarla baskıya alınması, günümüzde hala kadının iş hayatındaki konumunun benimsenmemiş olduğunun en önemli göstergesidir. Bu nedenle kadın emeğinin eğitilmesi, üretim sistemlerinin her alanında var olabilmesi açısından önemli olsa da erkek emeğiyle eşit değere gelmesi için yeterli olmamaktadır.

Bunun en belirgin olarak gözlendiği, iş önceliğinin erkelere verildiği teknik alanlar, kadınların kendilerine fırsat yaratmak ve kendini kanıtlamak için öncelikli olarak erkeklerle sonra birbirleriyle, bir yandan eril zihniyete bürünerek kıyasıya bir mücadeleye girmesini getirir. Daha çok insanın işsiz olduğu ve kadınların ikinci seçenek olarak görüldüğü çalışma ortamında, iş bulabilmek için düşük maaşların kabul edilmesi de kaçınılmazdır. Yine aynı sebeplerden kadınlar esnek çalışma denilen, iş gücünün bir arada olabilmesine engel olan, çalışma saatlerini patronlar lehine ortadan kaldıran, güvencesizliği artıran ve sosyal yaşantıyı baltalayan çalışma yöntemini tercih etmek zorunda bırakılmaktadır.

Uzun yıllardan bu yana kanıksanmış olan cinsiyetlerler arasındaki iktidar ilişkisi, aynı eğitimi almış, aynı çalışma ortamını yakalamış, belki daha yetenekli bir kadının teknik olarak yetersiz görülmesi, yaptığı işlerin sürekli bir erkek tarafından onaylanmasına gerek görülmesi, kadınları, kendine olan güvenini de sorgulamak zorunda bırakıyor. Bu cinsiyetçi baskı, çoğumuzun bir söz söylerken doğru olduğunu bildiği halde söylemekten çekinmesi, dışlanmışlık hissi ve kendimizi geri plana çekmemizle sonuçlanıyor.

Sınıfsal konumunu henüz kavrayamamış beyaz yaka kadınların, mücadelede erkeklerden ayrılması esas olarak, kadının sistem tarafından olduğu kadar erkek egemen toplum tarafından da sömürülmesindendir. İçinde bulunduğumuz çalışma ve yaşama koşullarının getirdiği baskıya bakarak, kadınların özgürce var olabilmesi için, kendi kimliği için de mücadele etmesi gerekir.

Toplumsal yapının cinsiyetçilik vurgusundan kurtulamadığı, toplumdaki yerinin evin içinde kurgulandığı, kendine uygun – erkeği tarafından izin verilen işlerde çalışabileceği, eşit söz hakkına sahip olmadan, hakkında bahsedilirken birilerine referans verilmesi gereken (birinin karısı, birinin kızı olarak), doğrudan ya da dolaylı olarak bütün yaşam alanları kapatılmış, sınırlanmış kadın, nasıl var olur - kendisini nasıl var eder? Çok uzun yıllardır süregelen, pek çok alışkanlığın erkeklerin olduğu kadar kadınların da özüne işlediği bu sistemde bir şeyleri değiştirmek nasıl mümkündür?

Bugün kendimize biçilen rolü kabul etmeyip, eğitilmiş emeğimizin kaderimizi, çıkarlarımızı işçi sınıfından ayırmadığının bilinciyle; erkek - kadın omuz omuza mücadele bilinciyle, üretim sistemlerine olduğu kadar sosyal siyasi yaşama katılma hakkımızı da kullanarak; bize uygun görülen stresli hayatlarımızı, bizi kendimize yabancılaştıran, bedenimizi toplumun bedeni yapan, renksiz, rahatsızlık verici ve tatmin etmeyici gidişatı değiştirmek hakkımızdır. Bu değişim, üretken emek gücüne katılımın sağlanmasıyla, emeğimizin eşit görülmesi, hak ve taleplerimiz için mücadelemizle olacaktır. Bu hakkımızı sonuna kadar zorlayacağız.





13 Şubat 2014 Perşembe

Le Passe (Geçmiş)

- dört yıl önce gitmeseydim?
- bir yıl sonra giderdin. ya sonra?


Yağmurlu bir günde, yeniden buluşma.  Kapanmamış defterlerin yeniden açılması, çoktan unutulduğunu sandığın anların aslında hep orada durduğunu fark etmek. Gidemediğini fark etmek. Görmediğinde üstünden geçip gittiğini sandığın her şeyin yeniden ayağına dolanması. Bunu aslında istemek. Ne olacağını merak etmekten çok, eskiden olduğu gibi olmasını ummaktan kaynaklanan. Ve yağmur, daha çok yağmur, dinmek bilmeyen, karşılaşma anındaki tereddütleri, özlemi ve hüznü belirginleştiren yağmur...

Filmde yıllar önce sevgilisinden ayrılan bir kadının, kafasında bitiremediği ilişkisi, aynı adamı andıran özellikleriyle vücut bulan sevgilisi, sevgilisinin aslında iletişimsizlikleri nedeniyle uzaklaştığı karısı, ve bütün bunların içinde kendilerine yer açmaya çalışan çocuklarını izliyoruz. Konunun böyle karmaşık görünmesi filmin karmaşık olmasına sebep olmamış. Belki bunda en büyük rolü bütün duyguyu oyuncuların gözlerinde, anlamlı bakışlarında izlemiş olmamızdır. Geçmişi izledik, ayrılığın getirdiklerini tek tek... Tek taraflı bitmiş bir ilişkinin getirdiklerini mesela, insanın kendiyle çatışmasını, kendiyle, yaşadıklarıyla hesaplaşmasını, bu hesaplaşmanın yarattığı gerilimi ve öfkeyi izledik.


Bir yabancı gerçekten ait olduğunu hissetmediği bir yerde, kültüründen tamamen uzak bir yerde, bir insanı sevip hayatını yeniden kurabilir mi? Filmde ayrılığın asıl sebebi bize söylenmemiş olsa da; uzun süreli ilişkilerin yıpratıcılığı ve bir adamın kendini ait hissettiği yere dönmeyi tercih etmesi gibi iki seçenek konuyor önümüze. Gerçekten bunca sene sonra bile çocukların Ahmed'le olan iletişimini görmek aitsizliğin tek sebep olmadığını düşündürüyor.

Bu iletişim bize ilk başta Marie'nin ve Samir'in 'kötü' ebeveyn olarak sorgulanmasına yol açsa da, filmin bazı aşamalarında suçladığımız kişilerin (çocuğuna kötü davranan baba), aslında sıkıntılarla başa çıkabilmek için, belki ailelerinin çocuklara sağlayamadıklarının oluşturduğu problemleri bastırabilmek için koydukları tavır olduğunu fark ediyoruz. Samir'in oğlu Fuad'ın, şiddete meyilli bir o kadar da anlayışlı olması, sadece güvende olacağı bir yere, tanıdık olma hissine ihtiyaç duyması, biraz içimi burkuyor doğrusu. Ama çocuğun tavırlarında kararlı ve birey olabilme eğilimi göstermesi de içimi ısıtmadı değil. Ayrılığın taraflar üzerinde ve daha çok da çocuklar üzerinde yarattığı karmaşıklık, o aidiyet duygusunu bir türlü oluşturamamaktan kaynaklı bir huzursuzluk ve öfke filmin neredeyse ana duygusu.

Sürecin giden ve kalan için de zor olduğunu filmin her aşamasında görsek de; Marie'nin birilerine tutunma ihtiyacı ve üzerinde oluşan geçicilik hissi, diğer kadının belki terk edilmeyi göze alamayacağı için kendini kocasının sevgilisi sandığı kadının önünde, çocuğunun önünde zehirlemeyi göze alması, aslında terk edilmenin verdiği depresif durumu daha bir gözler önüne seriyor.  Ve iki erkeğin birbirleriyle karşılaşması ve bir arada kaldıkları süreçteki iletişimleri ve yeni sevgilinin kendini kanıtlama çabası, kendini eski sevgiliyle yarıştırması da aslında terk edilebilme hissinden değil mi? Gidenin eşyalarını atamamak da bir şeyin göstergesi mi? Geldiğinde çantasını bulursa, kitabını, en sevdiği yastığını belki, geçmişi geri çağıracağı güzel anların hatırlanacağı ve belki tamamen geri dönüleceği beklentisini söyler mi?

Bütün bu duygu yoğunluğu içinde, duygusal ilişkilerin hiç bir cinsel öğeye başvurulmadan anlatılması da önemliydi bence. Yönetmenin doğulu kimliğinden kaynaklı mı, yoksa anlatımların bu şekilde daha baskın olacağı düşünüldüğünden midir bilmiyorum, ama bir dokunuş, bi öpüşme ve neredeyse herhangi bir çağırışım içermiyordu. İnsanlar arasındaki dokunmayı temsil eden belki sadece yeni boyanmış kapıdaki boyanın adamın koluna bulaşmasıydı.

Filmin konularından bir tanesi de iletişimsizlik, o uzak yollar aramızdaki. Evdeki genç kadının annesiyle iletişimsizliğinden sebep oldukları ve çektiği vicdan azabı, genç adamın karısının aslında kendini sevip sevmediğini anlayacak çaba harcamanın zorluğuna maruz kalmak yerine, başkasıyla ilişkiyi tercih etmesi, kaçak çalışan Naima'nın bir çırpıda işten çıkarılabilmesi ve aslında çok da haksız olmadığı anlaşılınca duyulan pişmanlık; insanların birbirini anlayacak vakti ve kendini anlatacak fırsatı olmadığından ya da buna değer bulmadığından, öfkenin stres birikim noktasındaki kontrolünün artık çok geç olmasından. Sonunda yaşanan hep hüzünle karışık pişmanlık.

Nihayetinde pekçok duyguyu ve karakteri bir arada bulunduran bu film gerçekten izlenmeye değer bulduğum, analizlerini değerli bulduğum, yorucu olmadığını düşündüğüm bir film oldu.

Ve sunu söylemeden edemeyeceğim, çocuklarla iletişim erkeklere ne kadar çok yakışıyor!